27 Temmuz 2012 Cuma

UŞAK KAF DAĞININ ARDINDAKİ MASAL DİYARI (BÖLÜM 2)

          Geçen yazıda bir bağ sohbetinde tartışılan konunun " uçaklarda yolcuların tuvalet ihtiyaçlarını nasıl giderdikleri" olduğunu söylemiştim.

          Benim babaannemin kardeşi yani erkek kardeşi olan şimdi hakkın rahmetine kavuşmuş Ziya dayımız vardı. Ben sağlığında kendisini gördüm, tanıştım. Epey anlatılarını dinledim. Eskilerin "mukallit" dedikleri cinsten bir adamdı. Sözü sohbeti dinlenir hatta aranırdı.  İşte o mağlum bağ sohbetinde en ilginç yorumu getiren konuşmacı o oldu. Zaten başkasından da bu kadar marjinal bu kadar uç bir tarif beklenemezdi.

          Uzun münakaşaların sonunda şöyle bir ortak karara vardılar. "Efendim; uçaklarda da aynı trenlerde olduğu gibi alt tarafta bir hacet deliği vardır.

          Yalnız uçak yerdeyken bunu kullanmak yasaktır. Durup dururken havaalanını kirletmenin bir anlamı yok tabi."

          Zaten o aralar aynı şeyi yaşadıkları şehirde de görüyorlardı. Şöyleki; şehir içinde çalışan faytonların atlarının tam arkasına gelen yere büyükçe bir bez gerdirilir. Attan çıkanlar bu bezin üstüne düşer birikir, yola yayılmaz.

          Böylece yerdeki sır biraz aralanmış oldu. Peki havada ne olacak? Bunun yazı var, kışı var. İnanın rahmetli Ziya dayıdaki hayal gücünün üçte biri bende olacak ne yazılar yazarım; neyse!...

         "Odun gibi çıkarırsın, pamuk helva gibi dağılır gider" deyip raconu kesti. Bu izahat artık lafın bittiği yer oldu. Bunun üstüne kimse birşey koyamadığından bu konu kapandı.

          Uşak'lının ikinci önemli eğlencesi Murat Dağı kaplıcalarına gitmektir. Buda başka bir eğlenme metodudur. Üç dört aile birleşir, bir kamyon tutulur. Kamyonun kasası bir eve ne gerekliyse onunla doldurulur. Yataklar, yorganlar, tüpler, ocaklar, yiyecek malzemeleri, kaplar, tencereler, tavalar; aklınıza ne gelirse vardır.

         Üç beş ailenin yükü, kendileri, çoluk çocuk kamyonun arkasına yığılır. Karşıdan bir garip seyir olur. Eşya tanışıyor desen değil, insan taşınıyor desen değil, gelin kamyonu desen değil. Ama Uşak'lı bunu bilir hatta bu görüntü birazda kıskanılır.

        Kolay mı onlar tatile gidiyorlar.

        Murat dağında en önemli sosyal faaliyet hayvan çevirmektir. Büyük baş yada küçük baş bir hayvan, marangozun yaptığı aynen filmlerde gördüğümüz bir düzenekle kazığa geçirilir.

        Altına dev gibi bir ateş yakılır. Pişirme esnasında üstten teneke teneke sıvıyağ dökülür. Bu işlem sabahtan akşama kadar sürer. Aklın alamayacağı kadar meşakkatli bir iştir.

        Bir gün Murat dağındayız. Beni teyzem götürdü. O gün sabahtan bir söylenti yayıldı çadırlar ve barakalar arasında. "amatlar ve hafız hocalar beraberce hayvan çevireceklermiş."

        Söylemeyi unuttum Uşak demek , her ailenin, her sülalenin, bütün şehir tarafından bilinen bir "Lakap" ı olması demektir. Bu nüfus kağıdından daha resmi ve daha geçerli bir tanıtım mekanizmasıdır.

        "Amatlar" teyzemgilin lakabı, "hafız hocalar" diğer ailenin. Mesela " Kırbaşlar" baba tarafımın, "Vidinliler" anne tarafımın lakapları.

         Uşak'ta birini tanımak istiyorsan ilk soracağın soru "Kimlerdensin" olur. Bir marangoz yada bu işleri bildiğini iddia eden bir adam getirildi. Birde baktık kasap yaylanın geldiği yoldan peşine dev gibi bir boğa takmış yularından çekip getiriyor.

        Yahu!... Bunu iki aile değil yirmi aile yese bitiremez. Neyse vardır bir bildikleri!...

         Marangoz sanki hayvanın  çevrileceği bir düzenek değil de bir bina yapan mimar edalarında mezrolarla ölçe ölçe sistemi çaktı.

         Şimdi allah var kasapta işinin ehliymiş. O koca hayvanı tek başına devirdi. Yerde kesti, yüzdü. Kazığa geçecek hale getirdi. Yardıma civar ailelerin erkekleri geldi. Herkes hayvan çevirme profösörüymüş. Her kafadan bir ses çıkıyor. Çoluk çocuk seyrediyoruz. Etraftaki bayanlar teyzeme "Allah kabul etsin" temennilerini sunuyorlar. Ortalık oldu bir bayram yeri.

        Neyse zor zahmet o koca hayvanı kazığa geçirdiler. Güçlü kuvvetli ondan fazla adam hep beraber kaldırıp çatalların üstüne koydular. Törenle alttaki ateşi yaktılar. Başladılar üstten teneke teneke sıvıyağını dökmeye. Ortalığı can yakıcı bir koku aldı.

        Fakat sanki et pişiriyormuş gibi değil de yanıyormuş gibi kokuyor. Bu sefer eti çevirerek pişirme konusunda master yapmış uzman komşu kadınları işe karıştı. Biri öyle diyor, biri tam tersini söylüyor. Bir iki saat sonra bu işin çoooook uzayacağını anlayan ahali dağilmaya başladı.
  
        Ben son derece vefakar bir şekilde; yere yatmış bir kütüğe oturdum. Sabırla olacakları bekliyorum.

        Bu arada acıktık. Teyzem pratik kadındı. Oda rahmetli oldu. Hemen bir leğen domates, patlıcan, biber getirdi, bolcada ev ekmeği. Malzemeyi ateşin üstünde közleyip, közleyip ekmeğin içine tıkıyor, elimize tutuşturuyor.

       Bizde kızaran hayvanı seyrede seyrede közlenmiş biber yiyoruz.

       Saatler geçti, hava kararmaya yöneldi. Bir grup kadın  tüm güçleriyle olayı kurtarmaya çalışıyor. Ama sonuç aşağı yukarı belli oldu. Tam bir başarısızlık.

       Hayvan üstten 1,5-2 cm lik yeri, yandı kömüre döndü. Onun altında kalan etse çimçiğ kaldı. Kıpkırmızı duruyor.

       Baktılar olmayacak hemen kaplıcanın çarşı merkezinde bir tava lokantası vardı. Oraya yolladılar. Eniştem kurtarabildiğimiz kadarını kurtarın diye rica etti. Teyzem dünyaya geldiğine bin pişman. Eli yüzü isten simsiyah, ölmüş, bitmiş bir şekilde ağlıyor. Neye yanacağını şaşırmış. Nerdeyse 700-800 kg'lık hayvan rezil oldu, onamı yansın, saatlerce emeğinemi yansın, teneke teneke yağ gitti onamı yansın. Herkes arkasından fısır fısır konuşup, gülüşecek onamı yansın!...

      İşte bizim eğlencelerimiz böyle olurdu.

                                                                    2. BÖLÜM SONU. DEVAM EDECEK

                                                                               Hakan KIRBAŞ

Çok Sevgili İnternet Okuyucularım

  

           İlk üç gündeki ilginize yürekten teşekkürlerimi sunarım. Beni inanılmayacak kada mutlu ettiniz. Evinden çok zor çıkabilen bu hasta adamı gönendirdiniz. Allah ta sizleri gönendirsin.

          Kafamdaki bir projeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Eskiden yapraklı takvimlerin arka sayfalarında her gün küçük bir parçası yayınlanan romanlar olurdu. Bizler, (mesela: Saatli Marif takvimi, Ülkü takvimi vs.) bu takvimlerdeki romanları her gün sıkı bir şekilde takip ederdik. Heyecanlı olsn diyede takimi duvardan indirip, önümüze çekip hepsini bir defada okumazdık. Her gün bir sayfayı okurduk. Yaşı benim gibi ellinin üstünde olanlar hatırlayacaktır; televizyonun olmadığı zamanlarda radyo dinlenirdi. Radyolarda, (yok bu yanlış oldu, çünkü o zaman sadece TRT vardı) yani radyoda "ARKASI YARIN" adında bir (tiyatro yada piyes diyelim) program yayınlanırdı. Devlet tiyatrolarının en güçlü isimlerini biz bu "ARKASI YARIN" programlarından öğrendik. Adından da anlaşılacağı gibi bir tiyatro eseri, yada o zamanki adıyla radyo tiyatrosu beş, altı bazen on bölüm halinde ayrı, ayrı yayınlanır. Evlerde radyosu olan aileler saatini bekler, dikkatle oyunu dinlerlerdi.

   Ben sizinde izninizle bu iki kavramı birleştirip, günün teknolojisinden de faydalanarak kendi bloğumda her gün bir parçası olmak üzere gerçek romanlarımı yayınlamayı düşünüyorum. Bu fikrime bir isim düşünmedim. Ben yapı olarak ortaya konan yapıtlara değer veren bir insanım. O yapıtlara yapıştırılan süslü püslü etiketlere, ambalajlara değil. Herkes bu oluşuma canı ne istiyorsa onu desin.

   Bu arada; ben bilgisayar teknolojisinden hiç anlamam. Benim bilgisayar editasyonumu tamamen ve sadece beni sevdikleri için yeğenim (ablamın oğlu)  Orkun ve eşi Özben yapıyorlar. Onlar olmasaydı şu ana kadar yayınlanan şeylerin hiçbirisinin olmasına imkan yoktu. Kendilerine huzurunuzda yürekten teşekkürlerimi bir borç bilirim.

   Yine bu arada; şu ana kadar yazdıklarım sevgili okuyucularım;ne roman, nede hikaye. Kendimi denemek için yazdığım çok kısa birer anı, birer hatıra. Başka bir şey değil. Hiçbiri uydurma değil, hepsini yaşadım.

   Kısmet olursa devam etmeye çalışacağım.

                                                                Saygılarımla arz ederim...

                                                                                         Hakan KIRBAŞ


16 Temmuz 2012 Pazartesi

BİR ARABA HİKAYESİ

Renault 12 Orjinal Fransız 1976 Model

       Ablamla aramızda beş yaş fark vardır. Ablam on sekiz yaşına geldiğinde artık Ankara da da ihtiyaç olduğundan zamanın en modern arabası olan 76 model bir Reno aldık. O aralar annemde ehliyet var, ablamda ehliyetini yeni almış arabayı genellikle ablam kullanıyor. Bende on üç yaşındayım hemde oğlan çocuğuyum, ara ara arabayı alıp mahalle içindede olsa biraz dolaşmak istiyorum. Ablamda haklı olarak benim, arabaya bir zarar vereceğimden korktuğu için bana vermek istemiyor.
      Ama ben çocukca bir inatla arabayı alıp ara ara dolaşıcam diye tutturuyorum. Bu böyle devem edince ablam bıktı usandı kendince olaya kesin bir çözüm bulmak için bana bir oyun tezgahladı.
      Bir gün annem  iki sokak altımızda oturan Yüksel hanım isminde bir ahbabına gündüz güne gitti. Ordanda eve telefon etti,

"Gönül akşama beni gel al" dedi.

Bununda sebebi mesafe yakın olmasına reğmen yanında hacı annemle babaannem vardı.Yaşlıları yürütmek istememiş. Ablamda bana, bak dedi hadi sana bir fırsat yakında bir yer olduğu için arabayı oraya sen götür Hakan dedi. Şimdi eskiler bilirler. O zamanki binek tip Reno otomobillerin motor susturulduğu anda direksiyonu kitlenirdi. Ben arabayı güzelce sürerek götürdüm. Yüksel hanım teyzelerin evinin önüne park ettim. Düzgünce marşı kapattım. Ablam şöyle indi tekerleklere baktı Hakan tekerlekleri düzelt kaldırıma paralel olsun dedi. Tabi ben arabanın o özelliğini bilmiyorum ya tam arabanın tekerini düzeltirken direksiyon çat dedi kitlendi. Ablam yolun ortasında bir velvele kopardı. İşte dedi yepyeni arabayı bozdun. Ben mahvoldum şimdi, ben babama ne diyeceğim? Ben on üç yaşındayım elim ayağım titredi, yani utanmasam sokağın ortasında ağlıyacağım. Baktıki ben çok kötü oldum, neyse dedi sen sesini çıkarma annemle babamada hiç birşey söyleme senin arabayı bozduğunu bende söylemeyeceğim ben bu işi sessizce halledeceğim. Ben bir sevindim bir sevindim, büyük bir dertten kurtulmuş gibi oldum. Aradan onbeş, yirmi gün geçti ablam artık bu çocuk herşeyi unutmuştur diye bana yaptığı numarayı söyledi ben aslında böyle böyle yaptım diye o aslında arabanın bir özelliğidir anahtarı yuvasına sokunca direksiyonu kımıldattınmı yeniden açılıverir. Ben için için çok bozuldum. Hiç bozuntuya vermedim, eh dedim ben bunun hesabını sorarım için için Sabırla bir on onbeş gün bekledim. Tabi bu arada o da unuttu herşeyi. O zamanki arabamızın bir taneside yedek olmak üzere iki çift anahtarı vardı. Bu arada bende arabanın özelliklerini iyice öğrenmeye çalıştım. Bir gün bir özelliğini fark ettim. Arabanın kapılarını kitledikten sonra yedek anahtarıda arabanın içinde bırakırsam ve ondan sonra kapıları kapatırsan artık arabanın içine girme imkanı yok. Babam daha o zamanlar çalışıyor bazı akşamlar eve kendi geliyor bazı akşamlarda ablama telefon ediyo gel beni al diyor. Yine bir akşam annemide alıp bir ahbablarına gece oturmasına gideceklerdi. Babam eve ablama telefon açtı, Gönül hemen gel beni al dedi. Ben fırsat bu fırsat dedim yedek anahtarın yerini biliyordum, ablam tam aşşağı indi bende gizlice yedek anahtarı alıp indim. Ablam tam arabayı çalıştırdı ben yanına gittim abla dedim annem seni çağırıyor hemen yukarı çık. O nasıl olsa hemen ineceğim diye anahtarları marşın üstünde bıraktı. İkinci deste anahtarlarda benim cebimde. Ablam yukarı çıkınca bütün kapıları özene özene kilitleyip ikinci desteyide koltuğun  üstüne atıp bütün kapıları kapattım. Ondan sonra okulun bahcesine yürümeye gittim. Daha sonra işitiyorum ablam gelmiş bakmış kapı kapalı içi rahat nasıl olsa yedek anahtarda var diyor, eve çıkmış bakmış anahtar yok, tekrar iniyor yapabilceği hiçbirşey yok. Bu arada gidecekleri gezme onemli babam telefon üstüne telefon ediyor hadi nerde kaldın diye. Ortalıkta kıyamet kopuyo tabi babam iyice sinirlenmiş ablama veriyo veriştiriyor. Ablam ne olduğunuda anlamamış olayı kendi hatası zannediyor. Oda aynı benim bir önce ki halim gibi yolun ortasında ağlıyacak hale gelmiş. O zamanki Renolarında bir özelliği vardı. Kapı anahtarları birbirini açardı. Çağresizlik içinde kıvranırken bizim sokaktan geçen bir reno arabasını şöförü arabayı durduruyor aşşağı iniyor durumu soruyor. Anahtarını çıkarıp bizim arabayı açıyor.

       Bir on gün kadar sonra falan bende olayı ablama anlatınca beni boğmaya kalktı. Hemen dip odaya babaannemin yanına kaçıp kapıyı içerden kitledim. Kapının önünde saatlerce bağırdı kapıdan çıkınca seni boğacağım dedi.
Ben hiçte korku içinde değildim. Bende içerde yaptıklarımdan gayet memnun kıs kıs güldüm.

12 Temmuz 2012 Perşembe

ŞANS!... TALİH!... KADER, KISMET 5 KURUŞ

       Şu 99 kulplu dünyanın bir kulbundan da biz tutalım diye taaa çocukluk dönemlerinden beri aklımıza, hayalimize gelen her şeyi denedik. Uzun deneylerden sonra bizden bir iş çıkmayacağı kesinlik kazanınca artık uğraşmayı bırakıp, geçmiş çabalarımızı kağıda dökmeye başladık.
   
       Zaten atasözüdür: "Yapabilen yapar, yapamayan anlatır." derler. Hepimizin hayatında bu deneyimler sürer gider. Çocukken oynanan oyunlar bile hayatta bir iş yapmak, bir iş başarmak, kazanç elde etmek üzerine kuruludur.

Yaşı ellinin üzerinde olanlar bilir.
     "Şans, talih, kader, kısmet" denen büyükçe bir paketi olan, Lotaryanın çok çok basiti, "çekilerek"
hem oynanan, hemde sahibine üç beş kuruş kazandıran bir oyun, daha doğrusu oyuncak vardı.

      Biz Bahçelievler'deyken şimdiki meşhur 7. cadde, daha mahalle arası bir sokak halindeydi. Bir iki esnafa ait dükkan, bir camii, birde en önemlisi tüm ev kadınlarının alışveriş yaptıkları, şimdiki "Alışveriş Merkezi" benzeri bir yer olan " GİMA"dan alınırdı. Gima o günün modern mağazasıydı. Değişik şeylerde bulunabilirdi. İşte bu Şans Talih oyununu ordan alırdık.

      O günün parasıyla 2,5 liralık ve 5 liralık iki modeli olurdu. Bu Şans Talih'i sonuna kadar düzgünce satabilirsen sahibine de bir buçuk veya iki lira kar bırakırdı. Yani karlı da bir iş!... Şimdi bu paketi tarif etmek istiyorum.

      İnce, renkli, parlak kağıtlarla kaplı bir paket. Karşıdan görünüşü bile son derece alımlı, albenili. Paketin ilk katı " saman" döşeli. Saman dediğimiz şey; şimdiki binbirçeşit gofretin içindeki tatsız, beyaz, kıtır kıtır bir bölüm vardır. Bunun üstüne pralinler, çikolatalar kaplandımı bildiğimiz gofret olur. İşte o.

      Kutunun ikinci bölümünde; çekilişte hedefi tutturanlarınkazandığı ikramiyeler vardır. bunların en önemlisi; "( Ki, bunu  o dönem bütün çocuklar bilir ve Şans Talih çekilirken en önemli hedef odur)" çikolatalar. Ama ne çikolata!... Eğer onu günümüz çocuklarındanbirine verseniz kağıdı bile açmadan atıverir. Zaten tamamı  2,5 liraya satılan oyunun içine adam kaç paralık çikolata koysun?..

 Ama olsun, bizim o zamanlar gözümüz düşerdi!...
  
       Oyunun içinden birde çekiliş kartı çıkar. İki kat kartonun arasına çok ince bir kalaylı kağıt konur. Üstteki karton düğme büyüklüğünde deliklerle doludur.

       O deliklerden bazılarının altından numaralar çıkar. Bu numaralara göre kutunun içindeki hediyelerden biri verilir. Hediyeler ama ne alem hediyeler. O kadar adi şeyler nerde imal edilirdi bilmem!

       Mesela plastik bir tarak, bir el aynası, bir çakı ama teneke kıvamında, ve buna benzer ikramiyeler.

       Fakat kumarın en ilkel şekli bile olsa, heyecan heyecandır. Cebimizde kazara bir beş, onkuruş varsai sokaktan bir, " kader, kısmetçi" geçiyorsa o para illaki ona nasiptir.
  
       İşte; insan her yerde insan, o basit olayda bile, çocuk aklımızla, bin türlü dalavere icat ederdik.

       Kader, kısmet listesi önceden  düzgünce açılır, ikramiyeleri işaret eden numaraların olduğu delikler tesbit edilir. Tanıdıklara, sevdiklerimize gizlice " Şurayı kazı"diye ipucu verilir.

       Yada çikolatanın olduğu numaranın üstü dikkatlice başka bir kağıtla kapatılır, artık kazı, kazı kimse çikolatayı bulamaz.

        Ama en tatlı, en zevkli yanı şans, talih satarken bağırmasıdır. Bütün Ankara çocuklarının ezbere bildiği, maniye benzeyen özel bir seslenme şekli vardır.

        Sokakta oynayan çocuklar üç sokak öteden bu sesi duysalar, tanırlar kulak kesilirlerdi.

" Şaaans, taaalih, kaaader, kısssmet beş kuuruuuuş"

        Bunun anlamı; bir adet çekilişin fiyatı beş kuruştur demektir.

        Bir gün anneme yalvara yalvara bende aldırttım. İlkokul üçüncü sınıfta yaz tatilindeyim. Nasıl seviniyorum, dünyalar benim oldu. Hemen gerekli hazırlıkları yaptım!..

        Çıktım kapının önüne başladım bağırmaya.
        Avazım çıktığı kadar bar bar bağırıyorum.
Allahım!.. ne talihsizlik. Her zaman tıklık tıklım olan sokakta ne oynayan çocuk var , nede gelip geçen yetişkin.

        Ama bendeki azim kırılacak gibi değil bağır Allah bağır. Saatlerce. Daha küçük olduğumuzdan öyle sokak, sokak gezmek yok. Ancak kapının önünde bağırabiliyorum.

        Akşama doğru tek bir çekiliş satamamış durumdayım. Ama bar bar bağırmamda hiç bir azalma yok. Bir ara   bizim aprtmanın kapısından kalabalık birgrup çıkıyormuş gibi geldi bana. Bir baktım Saime teyze, Nuriyanım teyze,Feriha teyze,üç yetişkin kızı,karşı apartmandan Emineteyze, ablam grup halinde üstüme geliyorlar. Anormal bir durum, önce doğal olarak korktum. Hepsi etrafıma birikti.

" Biz şans talih çekeceğiz" dediler.

İnanamadım.

Hepsininde ellerinde birer avuç beşlik, onluk; paraları avucuma tutuşturup tutuşturup başladılar kazımaya.

Ama bir gariplik var.

Hiçbirisinde heyecan yok. Bir an önce bitirmeye çalışıyorlar sanki.

Benim bütün "kader kısmet" on beş dakikada bitti.

En çok sözünü dinlediğim Saime hanım teyzeydi. Aynı zamanda Deneme Lisesinin Müdür yardımcısı ve Müzik öğretmeni olan bu hanım bana döndü.

"Aferin Hakan hepsini sattın, şimdi git evine dinlen" dedi.
" Tabi bu bir emirdir."

Paralarımı cebime doldurdum. Kendimi başarılı bir işadamı gibi gördüm. Eve çıktım. Annem puf böğreği yapmış. Bayılıyorum.

"Otur hemen sıcak, sıcak ye" dedi.

Hayretler içinde kaldım. Eve çıkacağımı nerden bildi acaba?

O akşam gurur içinde;

"Ben çok iyi bir iş adamıyım" diye düşünerek uyudum.

Yazan
Hakan KIRBAŞ
İletişim İçin email: kırbashaakan@gmail.com

10 Temmuz 2012 Salı

BEN, LONDRA ERİĞİ, HOROZ

          Nedense çocukluğumdaki Uşak anıları beni öyle etkilemişki artık Uşak'la ilgili yazmaya biraz ara vereyim diyorum, hadiii aklıma yeni bir şey geliyor, bunu ziyan etmeyeyim diyorum başlıyorum yazmaya.

          Geride bir çok hikaye sırasını bekliyor. Devlet kapısında işini yaptırmak için sırada bekleyen sade vatandaşlar gibi. Bütün tanıdığı olanlar, torpilliler, havadan," hamili kart yakınımdır" sahipleri önden girip girip gidiyor, o zavallılar sırasını bekliyor.

          Yine Uşak. Bu sef er bağ yok. Niye yok? Çünkü o canım bağ parsellere ayrılmış, bir parseli bırakılmış, diğer parseller satılmış, elde edilen parayla kalan parsele camii yaptırılmış. Hacı dedemin arzusunu kimse kıramaz. Olacak dedi, oldu. Ama bunun mantıklı bir izahı vardı. Bağın etrafı geri dönüş yapan almancıların kurduğu mahallelerle doldu. Buda Türkiye'nin başka bir acı gerçeğidir, neyse!...

          Artık bağı eski haliyle muhafaza etme imkanı kalmadı.Dedem kalesini koruyan komutan gibi her çareyi denedi. Bağda sürekli kalacak bir aileyi bile maaş vererek, sigortasını yaptırarak bağda oturttu. Sırf korusunlar diye. OLmadı, olmadı!... Geriye cadde üstündeki evimizin arkasında, taa arka sokağa kadar uzanan büyük bahçemiz kaldı. Ama hacı dedemde bir değişiklik oldu. Şevki kaçtı. Artık toprakla;sevdalı bir tutkuyla ilgilenen insan bir daha gelmemek üzere gitti. Dükkanında daha çok oyalanmaya başladı. Bahçemizdeki ağaçlarla, çiçeklerle yapabildiği kadar, hacı annem ilgilenmeye başladı.

         Bahçemizin sokağa bakan ve caddeye bakan iki ucunda iki evimiz vardı. Sokağa bakan ucundaki ev evvel zaman Uşak eviydi. Caddeye bakan ise dedemin son birşey yapmak gayretiyle tamamlattığı altında dükkanlar olan 4 katlı betonarme zamanına göre modern bina. Bizde artık eski evde değil hep beraber yeni evin birinci katını kendimize ayırdık orda kalıyoruz. Ön tarafa bakan bir balkon, birde arka tarafa bakan balkon var.

         Ben on, on bir yaşındayım. Yine Uşak'tayız. Bahçenin balkona yakın bir yerinde bir erik ağacı var. Adı "Londra eriği" bu anlattığım olay ben şuan 52 yaşında olduğuma göre 40 sene önce ehh!... ağacın dikildiği zamanı da buna eklersek ağaç yaşasaydı yani kesilmeseydi belki şimdi yüz senelik olacaktı. Ama benim aklımı en çok yoran ağacın adı. Bu ağaca "Londra eriği" adını kim vermiş, niye vermiş, meçhul. O zamanlar kim bilir Londra'yı. Hani; birinin önüne dünya haritasını açıp bana şurdan Londra'yı göster desen gösteremez, onuda geçtim Londra nedir desen onuda bilmez. Ama adı "Londra eriği" !... İyimi? Adeta kimlik gibi ağaca çıkmış. Uşak dışından dedemi görmeye köylüler gelirdi. Bahçeyi gezen adam dedeme:

-" Maşallah senin Londra eriği bu sene iyi dökülmüş." derdi

        Bu ağacın bir özelliği vardı. Allah tarafından bu erikten bir veya en fazla iki tane yiyenin bağırsakları çok şiddetli sürer, hele hele tadını sevipte şöyle bolca yedin mi soluğu hastanenin acilinde bile alabilirdin. Çok tehlikeliydi.

        Zaten bütün mahalle o ağacı ilaç niyetine kullanır. İhtiyacı olanlargelip hacı annemden isterler, oda tabak tabak dağıtırdı. Dayım (oda şimdi rahmetlidir) albaylıktan emekliye ayrıldı.Uşak'a yerleştiler. Çünkü o zamana kadar bütün muazzaf subaylar gibi Türkiye'yi dört dönmüştü. Onlarda yeni yapılan binada dedemlerin üst katına taşındılar. Dayım nerden merak saldıysa bir horoz aldı. Onu nasıl büyütüyor? Çocuk bakar gibi.

        Bembeyaz bir horoz: Nerdeyse hindi kadar. Dev gibi bir şey oldu. Kocaman pençeleri, bıçak gibi bir ibiği var. Yalnız bir mahzuru var, horozun psikolojisi bozuk. Anormal derecede saldırganlaştı. O bahçeye kimseyi çıkartmıyor.

         Horoz yetiştirenler bilir. Saldırganları korkunç olur. Köpekten daha tehlikeli olurlar. Sıçrayıp insanın gözünü çıkartmaya çalışır. Bir süre sonra mahalleli hacı dedeme şikayet edince dayım onu kümese kapattı.

         Şimdi düşünüyorum da belki de yalnızlıktan agresifleşti horoz. O kümese bir iki de tavuk koymayı kimse akıl edemedi. Bu arada ben ne yapıyorum? Kendime bir oyun icat ettim. Balkona kaplar kacaklar dolusu su depoluyorum. Horozun salındığı saatlerde balkona saklanıyorum, tam balkonun altından geçerken bir kova suyu boşaltıveriyorum üstüne. Zaten deli horoz iyice çıldırıyor. Ama ne çıldırma kendini yerden yere atıyor.

         Hatta bir keresinde yine suyu tepesinden aşağı geçirdim. İnanın insan gibi döndü bana uzun uzun baktı. İçim titredi. O anda anladım ki eğer beni bahçede yalnız bir yakalarsa hiç şakası yok öldürecek.

         Derken epey zaman geçti. Ben su dökme işinden bıktım. Bıraktım. Nasıl olsa hayvan değilmi unutmuştur diye düşünüyorum. Ama yinede ihtiyatlıyım. Önce balkona çıkıp bahçeyi kontrol ediyorum. Sonra çıkıyorum.

         Bir gün hacı annemin bir arkadaşı geldi. Kocası bir haftadır peklik çekiyormuş. Biraz " Londra eriği" istedi.

         Hacı annemde beni çağırdı:

 -"Hakan git bahçeden bir tabak Londra eriği topla gel." dedi.
 -"Olur hacı annem" dedim.

        Ben o anda kontrol etmeyi, horozu herşeyi unutmuşum, tabağı alıp bahçeye çıktım.

        Ağaca doğru yürümeye başladım. Allahtan o gün yeni alınan kot pantolonumu giymiştim. Tam ağaca bir iki adım kala sağ baldırıma "küüütttt" diye bir şey çarptı. Ama sanki biri kocaman bir tuğlayı bütün gücüyle bacağıma savurmuş gibi oldu. Benim aklımda horoz falan olmadığından hala tuğlayı düşünüyorum, kendi bahçemizde bu tuğlayı bana kim attı diye bir taraftan düşünüyor, bir taraftan baldırımı ovuyorum. Canım çok yandı.

        Merakla arkamı dönünce horozla burun buruna geldik. Bahçe kapısından benim çıktığımı görünce kaçmayayım diye bir yere saklanmış. Sonrada sessizce arkadan sokulup saldırmış. Hemen bahçe kapısına seyirttim. Erik merik umrumda değil artık. Canımı kurtarmaya çalışıyorum. Ya bu hayvanın vücudu ile beraber zekasıda mı büyüyor ne?

        Benim bahçe kapısına doğru seyirttiğimi görünce bit depar attı yanımdan geçerek bahçe kapısıyla arama girdi. Bu ne ya!...

        Rüyada mıyım neyim?
        Bu ne biçim bir kabus!

        Baktım durum sandığımdan çok daha kötü hemen en kalınından elime kalın bir dal aldım. Artık şakası kalmadı birbirimizi öldüreceğiz.

        Normalde elime taş, sopa alınca hangi hayvan olursa olsun kaçması lazım.

Kaçmadı.

        İnanın sevgili okuyucularım birbirimizin etrafında çok ağır hareketlerle, aynen ringdeki iki boksör gibi yavaşça fakat ölümcül bir dikkatle dönüyoruz.

        Kaç dakika döndük hatırlamıyorum. Paniğe kapılmak üzereyim. Oda saldırmıyor. Uygun anı kolluyor, darbesini çok ölümcül hazırlıyor. Korkudan bana öyle geldiği falan yok, hayvan beni o anda parçalamak için hazırlık yapıyor.

        Bu arada yinede hayvan; bahçe kapısından döne döne uzaklaştım. Baktım onu yönlendirebiliyorum. Tekrar bahçe kapısına doğru dairemizi yönlendirdim. Horozla bahçe kapısı arasında kalacağım bir anı kolluyorum. O anı yakaladığımda kapıya fırlamak için üç, dört saniyem var. Yoksa acayip çevik bir hayvan. Bu arada inşallah kapıyı açık bırakmışımdır diye için için dua ediyorum. O ara bir kalp krizi geçirmeden kurtulsam çok sevineceğim.

       Bir ara göz ucuyla kapıya baktım yarı açık ; için için "ohhhh" çektim. Ya şimdi ya hiç dedim. Can havliyle ok gibi fırladım. Allahta bana bir hız, bir güç verdi. Kendimi kalın tahta kapıdan içeriye adeta kaleci gibi atıp son saniyede kapıyı çarparak kapattım. Sinirlerim o anda boşaldı. Kafayı oynatmışçasına ağlıyorum. Daha kapı kapandığı anda dışardan "güümmm" diye bir şey kapıya vurdu. Korkudan çıldıracağım artık.

             Yoksa kapıyı kırmayamı uğraşıyor.

       Bunca şeyden sonra " yok artık o kadar da yapamaz" diyemiyorum. Yaparmı, yapar!...

       İnanın beş altı defa tüm vücudunu kaldırıp, kaldırıp kapıya vurdu. Hacı dedemin o kapıyı öyle abartılı bir şekilde kalın kalın kerestelerden yaptırdığına hiç bu kadar sevinmemiştim. Zannediyorum kapı kontroplak gibi eften püften bir malzemeden yapılmış olsaydı horoz içerdeydi. Ondan sonrasını tahmin bile edemiyorum.

      Yukarı çıktım. Elim ayağım titriyor. Bu arada misafir hanım çoktan gitmiş. Hemen balkona çıktım. Hayvan bana baktı. Öyle bir ses çıkardı ki kanım damarlarımda dondu.

            Sanki öfkeden haykırmış gibi geldi bana.

      Çok kısa bir süre sonra mahallelinin şikayetleri artınca dayım horozu kesmiş. Hiç üzülmedim.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

YAŞASIN SANDIK BAŞKANI OLDUM!...

          Şekerbank' a 1989 yılının Aralık ayının 15'inde girdim. İki sene sonra yeni yapılan Genel Müdürlüğümüze geçtik. Rik takip ve kontrol müdürlüğü bünyesinde çalışıyorum. Henüz daha evli değilim. Hem çömezim, hem erkeğim, hem bekarım, hem de banka memuruyum. Yani bütün angaryaların üstüne yüklenebileceği en ideal kişiyim. Hatırlarsınız 1991 yılında DYP' nin birinci parti çıkıp, ANAP' ın ikinciliğe düştüğü bir genel seçim oldu. O güne kadar benim ne bir partiyle, nede bir siyasetle en ufak bir ilgim yok. Gencim, paramı kazanıyorum, yiyip içip geziyorum. Keyfim yerinde. Bir gün mesai içinde ofiste çalışırken birden içeriye müdürümüz girdi. O kadar şef var, müdür yardımcısı var. Müdürün bizim kısma gelmesi çok önemli bir haber getirdiğinin  belirtisiydi.

  • "Arkadaşlar" dedi. " Yapılacak olan genel seçimler için bankamızdanda; görev yapacak sandık başkanları seçmemizi istediler. Bizim müdürlüğümüze bir tane görevli şeçmek düştü. Ben bu işi size bırakmak istiyorum. Siz içinizden birini şeçin bana bildirin" "İyi çalışmalar" dedi ve çıktı.
Tabi bu iş memurlara düşecek. Bayan memurlar otomatikman elendi. Geriye erkek memurlar kaldı. Onlarında evli olanları elendi. Bu sefer bekar memurlar kaldı. Gittikçe azalıyoruz. Bunların içinden de yaşlı olanlar elenince geriye sadece ben kaldım.

Oysa bendeki ruh hali çok değişik. Resmen bir gurur bastı beni. Hem heyecanlıyım, hemde sandık başkanlığı kursu için on gün kadar işten yırtacağım. Bunada seviniyorum. 
Bankaya bildirilmiş bir emirle kurs yeri ve saatini söylemişler. Bende belirlenen yere saatinde gittim. Aman Allah'ım !.. iş ne kadar ciddiymiş. Önce görevi yapamamanın cezasını anlattılar. Para cezasından hapsine kadar bir sürü ceza. Olayın şakaya gelir yanı yok, tam on gün neler yapacağımızı tek tek anlattılar. Meğerse ne kadar çok kırtasiye işi varmış. Bütün oy pusulaları sayılacak, listelere geçirilecek, uzun uzun; kullanılan oylar, kullanılmaytan oylar, geriye kalan pusulalar bir sürü hesaplamadan sonra çeşit çeşit rapolara yazılacak ve tüm bunların toplamı ilk teslim aldığımız miktarlara birebir uygun olacak vs...

Son gün birde zimmetle bize koca bir çuval dolusu, oy pususlarları, stampalar, kaşeler, mühürler, matbu evraklar, mum, demir damga vs. verdiler. Sırtımıza vurduk evlerimize getirdik. Ben bir çuval şeçim malzemesi değilde, bir çuval altın gibi titizleniyorum. Seçim sabahı görev yerimizde olan sandığın başına gittim. Baktım benim gibi seçilmiş sandık görevlileri, parti temsilcileri, kapıda polisler herkez gelmiş. Derken seçim başladı. Nasıl titizleniyorum, nasıl titizleniyorum anlatamam.



Allah'ta yardım etti. Sayım yapıldı. Sandık açıldı. Oylar sayıldı, işlendi, hesaplandı, ayrı ayrı paketlendi. Çuvala kondu, çuvalın ağzı yine bu iş için verilmiş iple düğümledik, kırmızı mumu ısıtıp bu düğümün üstüne  bolca döktük. Damga ile sıcak ve akışkan mumun üstüne bastırıp mühürledik. Şimdi bilenler bilir bu mührün donduktan sonra  asla kırılmaması  gerekiyor. Kırıldımı olaya suistimal karışmış anlamına geliyor. Buda benim yandığım anlamına geliyor. Koca çuvalı bebek gibi özenle taşıyorum. Dışarı çıktık. Sırtındaki çuvalları taşıyan diğer sandık başkanları ile beraber bizi, çuvallarımızı teslim alacak hakimin yanına götürecek polis otosuna bindik. Toplam on beş tane sandık başkanıyız. Polis otosu bizi hakimin bu seçim için görev yaptığı sıhhiyedeki "Saray İlkokulu" na götürdü.

Şimdi biraz bu ilkokulu anlatmak istiyorum. Çok eski bir okul. Adeta tarihi. O zamanlar Ankara' da arazi bu kadar pahalı ve rant getiren bir şey olmadığından okula çok geniş bir arazi tahsis etmişler. Binaların alanları çok büyük olduğu gibi, etrafındaki bahçeside çok  büyük.

Ekip otosu bu bölgeye yaklaşırken bir gariplik olduğunu hepimizde hissettik. Ben önce miting var zannettim. Okulun tüm ışıkları yanıyor, okulun içinde, dışında, bahçesinde, bahçenin dışındaki sokaklarda, caddelerde yüzbinlerce insan. Bizim gibi başka sandık başkanlarını getiren onlarca, yüzlerce başka ekip otoları. Hepsinin içinden kadınlı, erkekli insanlar nehir gibi boşalıp bu kalabalığa devamlı karışıyorlar.
Ekip otosununbaşındaki komiser bize döndü;
  • "Arkadaşlar benim görevim buraya kadar. Bundan sonrasında sorumlu değilim. Size başarılar dilerim" dedi.
Biz indik.  Polis  minübüsü çekti gitti. Hepiniz hayatınızın bir döneminde anlatacağım şeyi görmüşsünüzdür. Hani kalabalık bir caddede bir sebeple annesini, babasını yada yanındaki büyüğünü kaybeden çocuklar olur. Bir anda yanlız başlarına kaldıklarını anladıkları anda sanki paralize olurlar.  Panik haline gelirler. Ağlamazlar, bağırmazlar, koşamazlar, korkudan ölecek gibi olurlar.
Aynı durumdayız. Okula girip hakime çuvallarımıza vermek ne mümkün!.. Okula yaklaşamıyoruz bile. Öyle kalabalık, öyle kalabalık ki yürümek bile mümkün değil. Ortada bu işi organize edecek hiç bir görevli, polis, memur yok. Hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Yani öyle bir durumki; sorumluluğun olmasa çuvalı at git. Eeee... sonra ne olacak bunun cezası ağır. Teslimde edemiyoruz. Tam bir kara mizah. Bir saat, iki saat, üç saat, dört saat geçti. Kalabalıkda hiç bir hareket, ilerleme  yok. Bizde hala otodan indiğimiz yerde diğer yüzlerce sandık başkanı gibi sırtımızda çuvallarla bekliyoruz.   Neyi bekliyoruz onu bilende yok. Bir ara saate baktım gece ' yi geçmiş.

Yanımızdaki kadınlar ağlamaya başladı. Bir tanesini hiç unutmam kadın çuvalı atıp gidip sonuçta hapse girmekte, burada beklemeye devam edip sonuçta kocasından boşanıp yuvasını dağıtmak arasında çok zor bir karar vermeye çalışıyordu.
  • "Eğer bir saat daha eve gidemezsem kocam beni kesin boşar" dedi ve ağlamaya başladı.
Gece 1'e doğru herşey aynı hamam aynı tas hiç bir kımıldama yok. Yanlız ne olursa olsun canıma yetti diyenlerin attıkları çuvalları görmeye başladım. Çöp konteynerinin etrafı şimdiden ufak bir tepe halini almaya başlamışdı. Okulun duvarlarının dibinde öbek öbek damgalı, mühürlü açılmamış çuvallar gözükmeye başladı.

Nasıl olduysa o anda sağduyum imdadıma yetişti. Ben bu işi kendi başıma halletmek zorundayım. Bir ara çuvalı alıp eve götüreyim diye düşündüm. O da olmaz son bir gayret geldi Allah tarafından. "Bismillah" deyip milleti ittire, kaktıra, bir buzkıran gibi yarım saat içinde okulun bahçesinin duvarlarının dışına ulaştım. Bu bana biraz moral verdi. Tekrar bir gayret. Kanter içinde, artık milleti yerlere yuvarlaya, yuvarlaya binanın girişine geldim. Bu arada saat 2,5 oldu. İnanın bedenime bir güç geldi. Milleti eze, çiğneye koridorları geçip hakimin yanına ulaştım. Zavallı adamın bu gün bile hatırlarım. Tüm Ankara' nın oylarını teslim almak için sadece ve sadece bir tane hakim görevlendirmişler. Adam insan kılığından çıkmış, abondone vaziyette. Onu görüverince hem korktum, hemde kendi halime şükrettim.

Son beş altı kişiyi ittire kaktıra hakimin karşısına geçtim. Bize kursta öğretilen kural şu: Hakim önce benim çuvalın mühürünü inceleyecek, çuvalı önüne çekip eksik mühür varmı, yokmu kontrol edecek. Yaptığım listeleri tek tek kontrol edecek, bilanço tutuyorsa bana imza attırıp çuvalı teslim alacak, benimde işim bitecek. Adam  yüzünü kaldırıp on beş saniye kadar bana baktı. Bir ara uyuyor zannettim. Gayet bıkkın bir sesle;
  • "Her şey tamammı?" dedi.
  • " Evet efendim.Sayıları noktası noktasına tutturdum"
  • "İyi o halde çuvalu şuraya at"dedi.
Gösterdiği yere baktım odanın uzak bir köşesine aynı benimkisi gibi hiç dokunulmamış çuvallar. yığılmış kalmış. Bu lafı ikiletirmiyim hemen çuvalı gösterilen yere attım, geldim. Bana bir tutanak imzalattı, her şey tamam. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. O kalabalığı tekrar yara yara nasıl çıktım? Eve nasıl geldim? Ne zaman yatağa girdim? bilmiyorum. Ama tamamdır diye imzaları attık ya başka bir şeyin önemi yok, artık.
Tam bir buçuk gün aralıksız uyumuşum. Bize bu vatan vazifesi için harçlık bile sayılmayacak bir ücret tayin etmişler. Onuda galiba 30 gün sonra falan alabildik. Ama adım gibi eminimki sandık başkanlığı yapan hiç bir arkadaşın umrunda değil bu ücret.

Ofise döndüğümde şefler beni çağırttılar. Niyetlerini biliyorum alay edecekler. Ben yutarmıyım. Bir tanesi;

  • "Nasıl geçti başkanlığın? Yorulmadın dimi?" diye ağız aradı.
  • "Kesinlikle yorulmadım" dedim.
  • "Çok eğlenceliydi" "Benim için şahane bir deneyim oldu" "Erkenden bitirdim" "Evrakları teslim ettikten sonra arkadaşlarla sinemaya gittik"
İstedikleri cevabı alamayınca canları sıkıldı.

  • "Peki" dedi soruyu soran şef
  • "Hadi artık işin başına dön"



8 Temmuz 2012 Pazar

UŞAK KAF DAĞININ ARDINDAKİ MASAL DİYARI (1.BÖLÜM)

           Uşak'tan çıkmış en önemli şairlerden biri olan Ömer Bedrettin Uşak'lı bir şiirine şöyle başlar:
           "Ufkun dalga dalga, göğsün çiçekli
           Gülüyor başların akşamlarında
           Aşıklar diyarı olduğun belli
           Bir kızıl şarap rengi var akşamlarında"

           Bu şehrin evvel zamanınıda bilen biri olarak sizi temin ederim bu dizelerde sanat kaygısı ile yapılmış hiç bir abartı yok. Aynen, birebir şairin söylediği gibiydi. Günün her saati şahaneydi ama illede akşam batarken ortalığı değişik bir kırmızıya boyadığı saatle başkaydı.

           Uşak toprağı çok verimli bir topraktır. Demir oranı yüksek kırmızı topraktır. O yüzden aklın hayalin alacağı her türlü tarıma müsait hani halk arasında " taşı atsan biter" dedikleri cinsten bir topraktır. Eh!.. böyle bir topraktada bağcılık ve bahçeciliğin gelişmesi kadar normal bir şey olamaz.

           Akşam güneş karşı dağların tepelerinin arkasına yavaş yavaş geçerken iyice yatay gülen güneş ışıkları bu kırmızı topraklardan yansır, gök kırmızı, yer kırmızı, seyrine doyulmaz bir manzara oluşurdu. Şimdi1.. yani bağın olduğu yerde şarap yoktur demek gerçeğe uymaz, tabiki yapan yapardı. O zamanlar ekonomik açıdan incelendiğinde tüm anadolu şehirleri gibi Uşak'ta hem kültür olarak, hem ekonomi olarak, kapalı bir toplum. Öyle deniz kenarına tatile gitmeler, başka şehirleri gezip gezip gelmeler falan yok. Bir iki ana arterde demiryolu var, bazende çilesine katlanabileceksen, genelliklede mecbur kaldığında bineceğin otobüs. Yüzde doksan dokuz mecburi seyahatler mutlaka trenle yapılacak. Şimdi kapalı toplumlarda insanlar nasıl eğlenir? Elinin altında kullanabileceği, coğrafi şartlar, demografik şartlar, kültürel şartlar vs. ne varsa hepsinden faydalanarak. Bağcılık önemli bir uğraşdı dedik, o halde eğlenmeye bağa gidilir. Tabi bu kadar basit bir olay değil. Bağa gitmenin halk arasında adeta töre haline gelmiş ritüelleri ve seremonileri vardır. Önce bağına kim davet edecekse o şahıs sabahtan yada bir gün önceden çağırılarak davetlilere tek tek haber yollar.Böylece ilk etapta bir aksilik olması engellenmiş olur. Sonra bağa; çağırılan misafirin önemine, yada toplum içindeki ağırlığına göre yaya gidilecekse belli bir toplanma yeri söylenir yada faytonla gidilecekse çağrılılar daveti verenin evinde toplanırnakliye ev sahibine yani bağa ait olur. Yani faytonların ücretini o öder.

            Bu arada bağda yenecek yemeklerin evin hanımları tarafından sabahtan, belki bir gün önceden hazırlanmaya başlar. Tabi baş yemek tarhana çorbasıdır. Anadoluda çeşit çeşit yörelerde, beldelerde tarhana çorbası yapılır. Ben kendi adıma hiç birini Uşak tarhanası kadar sevemedim. Ben bulgurun diri diri ağza geldiği tarhana çeşidini sevmiyorum. Uşak tarhanası adeta krema çorbası gibi olur. İçimi son derece kolay ve rahattır. Sonra içinin malzemesi abartıya kaçılacak kadar bol konur. Tam yağlı yoğurt, soğan, nane, salça ve diğer malzemeler unun içine son derece bolca konur. Ana harç malzemesi olan un neredeyse azınlık haline düşer. Sonra" alacatene" denen bir başka yemek. Yeşil mercimek ve bulgurla yapılan bu Uşak dışında hiç rastlamadığım yemek gerçekten harikadır. Özelliği bol kuru soğanla yenmesidir. Kokusu diyeceksiniz!... ne yapalım gülü seven dikenine katlanır.

            Ve yemeklerin padişahı " Çömlek Eti" iki türlü hazırlanır. Beş altı kilo yağlı kuzu eti uygun büyüklükte bir çömleğe doldurulur. Üstüne bolca domates, soğan doğranır, tuzu karabiberi atılır. Eğer evin hanımları ve bayan misafirler gündüzden gidecekse, beylerde akşam iş çıkışı namazdan sonra gelecekse bu çömlek çiğ olarak bağa götürülür. Çömlek etinin en büyük özelliği asla içine su ilave edilmez. O tamamen etin ve diğer malzemenin kendi suyuyla pişmesi ile oluşan bir yemektir. Bağa gidilir. Hemen yardımlaşma ile çömleğin girebileceği kadar toprak kazılarak bir ozak hazırlanır. Bu kazılmış ocağın içine odun, kozalak, çalı çırpı doldurulur, yakılır. Bu ateş köz haline gelince çömlek dikkatlice yerleştirilir. Sağı solu toprakla kapatılır. Hava alacak kadar bir açıklık bırakılır. Çömleğin ağzıda hamurla iyice sıvanarak kapatılır. Mümkün olduğu kadar onunda üstü örtülür. Böylece o çömlek orda unutulur bir daha ellenmez. Taki akşam yemek saatinde açılıncaya kadar. Sevgili okuyucular o etin lezzetini anlatmaya benim kalemimin gücü, kudreti yetmez.

            Yada bağa akşam üstüne doğru gidilecekse ocağın üstünde ağır ağır pişirilir. Bağada pişmiş hazır yemek götürülür.Tabi makbul olanı birinci usuldur. Çok eziyetli, çok emekli bir yapım şeklidir ama sonuçta her türlü gayrete değer. Geriye kalan herşey, şeker, tuz hariç bağdan temin edilir. Akşama doğru bağ damının önündeki" gayrak" yıkanır. Gayrak tamamen Uşak'a özgü bir objedir. Evlerin önünde taş döşeli bir alan vardır. Bu alan Uşak'a özgü "gayrek taşı" denen yassı, düz, pamuk gibi beyaz özel bir taşla döşenir. Bu uşak evlerinin olmazsa olmaz koşuludur. Uşak evlerinin ve "bağ damlarının" olmazsa olmaz bir başka koşuluda tulumbalardır. Her evde ve bağda mutlaka kuyu açılır, buraya bir emme basma tulumba takılır. Bedava ve pırıl pırıl su. Yalnız tulumba suyu içilmez. Kaba su diye tabir edilir. Kaba sudan ne kasdedildiğini bilmiyorum, hakikaten bende içtim çok lezzetsiz, insan kandırmayan bir sudur. Temizlik işlerinde kullanılır. Bu alana "Gayrak" denir. Tulumbadan çekilen sularla bu gayrak süpürüle süpürüle mis gibi yıkanır. Yıkamanın iki amacı vardır. Hem oturulucak alan temizlenir hemde gayrak serinletilmiş olur.

            Gayrakta gündür oturulmaz çünkü güneşin altında o gayrek taşlarına çıplak ayakla basılmaz. Işığı ayna gibi yansıttığı için ortamı son derece sıcak yapar. Akşama doğru evin kızları, gelinleri gayrağı yıkamaya başladıklarında çıkan ve etrafa savrulan kokulara inanamayacaksınız. O buz gibi kuyu suyu ateş gibi kızmış gayrağa çarptığında havaya "cossss" diye bir buhar ve koku yükselir. A! sevgili okuyucularım hayatınızda bir defa o kokuyu almanızı, içinize çekmenizi çok isterdim. O gayrak defalarca yıkana yıkana soğutulur. Tertemiz yapılır. Üstüne hasırlar, kilimler, battaniyeler, serilir. Bunların üstüne minderler, yastıklar atılır. Ortalık bir masal sahnesinin çekildiği film setine döner.

           Ortaya ramazan davulcularının kasnağı büyüklüğünde kocaman bir sini altlığı konur. Bunun üstünede çarşaftan daha büyük bir sofra örtüsü serilir. Bu altlığın bu kadar abartılı büyük olmasının basit bir izahı vardır. Çünkü yemek sinisi anormal büyüktür. Bunlara davet sinisi denir. Eskiden Uşak'ta davet sinisi her kadının evinde olması gereken bir gereçti. Şimdi yer sofrasında yemek yiyen kalmadığı için bu tür mutfak araçlarıda piyasada kalmadı. Belki bir hatıra olarak hala saklayanlar varsa bilemem.

            Bu sinilerin bu kadar büyük yapılamalarının sebebi, bir defada etrafına sekiz, on kişinin oturması gerektiğindendir. Gerçekten on kişi bu sininin çevresine bağdaş kurarak, rahat rahat oturur. Lüks lambaları yakılır. Işıklar gölgelere, gölgeler kokulara karışır. Bu arada hacı annem gayrağın hemen yanındaki ulu ceviz ağacının altınıve etrafınıda bolca sular. Toprak tozumasın diye yapılan bu işlem öyle bir koku salarki hayatınızda bu kadar mükemmelliği arka arkaya yaşamadığınızdan eminim. Evin erkeği yapılanları teftiş etmek için biraz erkenden gelir.

            Artık çömlek eti hatırlanır. Etrafı kazılır, çömlek çıkarılır. Bu işi evin en yaş ve en tecrübeli kadını yani bizim evde hacı annem yapar. Bir tepsiye; Çömleğin ağzındaki hamur çıkarıldıktan sonra çömleğin içindeki et, ters çevrilip dökülür. Hiç su ilave edilmemiş etin nasıl olupta bu kadar sulu, bu kadar yumuşak olduğuna insan inanamaz.

            Eğer bir gün, bir şekilde Uşak'a yolunuz düşerse kime, nasıl yaptırırsınız bilmem ama imkanınız olursa çömlek etini lütfen bir tadın. Daha önceki yediğiniz tüm et çeşitlerinin lezzet olarak bunun yanında bir hiç olduğunu farkedeceksiniz.

             Yemekler yenir. Günün yorgunluğu yavaş yavaş üstlerden atılır. Disiplin cıvımamak şartıyla epeyce gevşetilir. Sohbet koyulaşırda koyulaşır. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar kahkahalarla süslenmiş, hikayeler, anılar, ilginç şeyler, günlük faaliyetler sırasında görülen, duyulan haberler; herşey konuşulur. Tabi düzeyli bir espride bu sohbete eşlik eder gider. Ben bir keresindeUşak müftü yardımcısınında olduğu bir bağ davetinde şöyle bir yemek duası yapıldığını kendi kulaklarımla duydum;inanın hiç abartmıyorum:

            "Alla hümme bakirin, Karnı doymaz Şakir'in
              İnanmazsanız bir tepsi daha getirin
              Yemezse yüzüme tükürün
              Alla hümme bi rahmetike ya erhamer rahimin elhamdülillahi rabbil alemin el faaaatmaa

             Hiç kimsede ama hiç kimsede tık yok. son derece büyük bir ciddiyetle eller havada Amiinnn dendikten sonra fatihalar okundu, ortalık hemen bir komedi tiyatrosunun sahnesine döndü. Bu grubun içindekilerden birinin müftü yardımcısı olduğunu demin söylemiştim. diğerlerine normal hayatta böyle bir şey söylemeye kalktınız mı en hafifinden sopayı yersiniz. Ama o sohbetin ritüeli gereği ne muhteşem tolerans, ruh yüceliği, ne anlayış, hayran olmamak mümkün değil, espriyi kimse bozmaz.

            Daha sonra müftü yardımcısı gerçek sofra duasını okudu. Bizlerde hep beraber tekrar " amiinnn" çektikten sonra fatihalarımızı okuduk. Gecenin ilerleyen saatlerinde espriler artar ama düzey hiç bozulmaz. Koca koca adamların bir başka toplantıda, yine bağda;uçaklarda yolcular nasıl tuvalet ihtiyaçlarını giderirler, konulu bir konuşmasını dinlemiştim. Yıllar geçtiği halde hala unutamıyorum. Bunun neresi garip diyeceksiniz. Garip olan şu:Bu adamların hiç biri, değil uçağa binmek uçağı uzaktan bile görmüş insanlar değil. Şimdi bunlar uçakla ilgili bu teknik konuyu tartışıyorlar, yani sizin anlayacağınız bitmez, tükenmez seyir sanatı.

            Sevgili okuyucularım oldukça yoruldum. bu yazının ikinci bölümünü başka bir zaman yayınlamak istiyor, anlayışınıza sığınıyorum.

                                                                         Sevgilerimle;
                                                                                                HAKAN KIRBAŞ

7 Temmuz 2012 Cumartesi

BONFRİT NEDİR?..

          Uzun süren; her açıdan son derece sıkıntılı yedi seneden sonra Uşak' da yeğenim ve ablamla ortak kurduğumuz battaniye dokuma şirketimiz acı sonla batınca; hayatımızı resetlemek bir zaruriyet halini aldı.
Cepte para son derece sınırlı. Ben hastayım, çocuklar daha bebek. Moraller bir insanda ne kadar bozuk olabilirse o kadar bozuk.
          Babam Ankara' dan o sene kurban bayramında kurban keselim diye 250 lira para yollamış, eşim o parayı ne olur ne olmaz diye saklıyor. Kayınvalidemde emekli maaş kartını kızına vermiş ayda 300 lirada ordan alıyoruz. Tüm aylık gelirimiz bu. Hani eski bir halk deyişi vardır. "Ölmüş eşşeğin kurttan korkusu olmaz" diye.
Tam o hesap. Bizde kelimenin tam anlamıyla dibe vurmuşuz. Elimizde, avucumuzda ne varsa gitmiş. Hayatımız bir yol ayrımında. Tüm çareleri tükenmiş insanların umutsuzluktan çılgınca çareler üretmesi gibi bizde çılınca bir işe giriştik. Artık Uşak' da otumamızın bir anlamı kalmadığından tüm eşyalarımızı bir sebze kamyonuna yükledik. Kendimizde; yani iki yetişkin, ikide küçük çocuk şöförün yanına skış, tepiş yerleştik.
Hadi bakalım!...
Ömrümüzde hiç gitmediğimiz, daha önce neresi olduğunu bilmediğimiz, hatta adınıda duymadığımız Balıkesirin Ayvalık ilçesine gittik.Tam 11 saat gittik ama ne tanıdık var, ne bir iş var, ne yardım eden, ne de edecek kimse var. Tam bir yanlızlık, çaresizlik ve kaosun içindeyiz. İnsan zekası kadar mükemmel ikinci bir şey yok. Adeta yokluktan, sıfırdan çare üretiyor.
Bir ev bulduk. Ev sahibi yüzümüzü temiz bulmuş olacakki senetsiz, sepetsiz, teminatsız evi bize verdi. İlk olarak mekan sorununu hallettik, ikinci olarak para kazanmamız lazım.
Ne yapalım?
           Sevgili okurlar orda anladımki bir insanın kendini yetiştirmesi, yani kalifiye bir insan olması çok önmeliymiş. Bilginin asla lüzumsuzu olmuyor. Gün geliyor bildiğimiz her şey size bir ekmek kapısı olarak geri dönüyor. Ben lisedeyken matematik bölümünden mezun olmuştum. Üniversitede ilk iki yıl da temel matematik bilgileri almıştık. Allah' tan kitaplarıma çok düşkünümdür. Tüm lise ve Üniversite ders kitaplarımı özenle saklarım. Onlar oarada çok işime yaradı.
Hemen en ucuzundan el ilanı bastırdık. Eşim kapı, kapı dolaşıp tüm Ayvalığa bu el ilanlarını dağıttı. "Orta Okul ve Lise Öğrencilerine Matematik Dersi Verilir" telefon numarası, adres vs.
Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş derler. İnanılmaz bir biçimde hemen üç gün içinde 12 , 13 kadar öğrencim oldu. Kimi haftada 1 saat, kimi 2 saat, bazıları 6 , 7 saat, kimi haftanın her günü derken bizim ev dersaneye döndü. Saat başı ücret alıyorum. Birde prensip edindim. O yoklukta bile herşey para değildir prensibiyle fazladan ders veriyorum. Kimilerine ücretsiz ders veriyorum, en önemliside saat ücretinide o andaki piyasanın nerdeyse üçte birine veriyorum.
Bu dünyada mucize yoktur diyene inanmayın. Mucize var.
O ay eve 1000 liradan fazla para girdiki bu bizim için muhteşem olay, hatta eşim şuçluluk duygusuna kapılmaya başladı. Ömrümüz boyunca bu kadar kolay para kazanmadığımız için, yada ekmeğimizi hep çok zor kazandığımız için bu iş nerdeyse milleti dolandırıyormuşuz gibi gelemeye başladı.
          Yazımlarında sık sık tekrarlıyorum. Eşim bana çok destek oldu, halada oluyor. Moreller para kazanmanında etkisiyle tamamen düzeldi. Biraz bitimiz kanlandı ya!... artık pazar günleri ders vermiyorum, sahile veya çarşıdaki pastaneye yada sahildeki çay bahçelerine gidiyoruz.
Bir pazar meydandaki, deniz bakan, Ayvalığın en büyük çay bahçesine gittik. Çocuklar biz uyuyacağız deyip evde kaldılar. Biz hanımla çay bahçesine oturduk.
Garsondan menüyü istedik.
Listenin en sonunda "Bonfrit" diye bir şey yazılı.
Hatice bana dönüp;
  • "Hakan bu Bonfrit nedir?" diye sordu.
İşin kötü yanı bende bilmiyorum. Ama bilmediğimide söylemeye uandım. Nede olsa bir sürü öğrencisi olan bir Hocayım artık.
  • "Sayden" dedim. "Profidrole benzeyen bir tatlı olmalı"
  • "Merak ettim gel bundan alalım bugün" dedi.
  • "Ben Ankara'dan hatırlıyorum. Bahçelide çok modaydı bir zamanlar bu tatlı. Biz ablamla sık sık alırdık" dedim.
Garsonu çağırdık iki tane "Bonfrit" sipariş ettik.
Biraz sonra garson iki tabağın içinde kızartılmış patatesleri masamıza bıraktı "afiyet olsun" dedi ve gitti.
Garsonu çağırdım "kardeşim herhalde yanlışlık yaptınız" dedim.
"Biz Bonfrit istedik"
Garson tüm ciddiyetiyle bize tabakları gösterip
  • Bunlar Bonfrit beyefendi" dedi.
  • "Nasıl yani Bonfrit dediğiniz şey bildiğimiz patates kızartması mı?"
Garson bıkkın bir yüz ifadesiyle "Evet" dedi ve tekrar gitti.
Baktım Hatice gözünü denizeki dalgalara dikmiş, hem bana bakmamaya, hemde güldüğünü göstermemeye çalışıyor.
  • "Bana bak" dedim. "Eğer gülersen çok kötü küserim"
  • "Ben sana gülermiyim Bonfritim benim " derken ikimiz birden kahkahaları patlattık.
Bir süre daha oturduk.
Hatice;
  • "Hakan kalkalım artık, çocuklar uyanmıştır. Gidelimde onlara Bomfrit yapayım" dedi.
Kalktık. İçimden "Yandım ben" dedim.

6 Temmuz 2012 Cuma

KÖY KAHVALTISI



                  Geçen yaz bir aylığına Silifkeye Diyaliz turizmine gitmiştik. Bilenler bilir son zamanlarda diyaliz hastalarınında gezebilmeliri için bulunan bşr yöntem bu. Kabul etmek gerekir devlet bizlere diğer imkanların yanında bunuda vermiş, sağolsun.

                   Neyse!...
                 Silifkeye gittik. Oğlum artık on sekiz yaşına girdiğinden bağımsız takılmayı seviyor.Eşim ve kızımla beraber saatte 60 km'lik bir hızla ( Bununda nedeni eşime ehliyet aldırıp araba işlerini onun sırtına yıktım, oda hızdan nefret eder) sekiz, dokuz saatte Ankara'dan Silifke'ye gittik. İlk bir hafta bütün hırsımızla denize saldırdık. Bir süre sonra yavaş yavaş değişik faaliyetler aramaya başladığımızdan otelin hem müdürü, hem aşçısı, hem eğlence direktörü Ercan bey bize kız kalesi beldesindeki kahvaltı salonlarına gitmemizi önerdi. Eşimde değişik yöre yiyeceklerini çok sever; baktık tam bize göre birşey, bir gün sabahtan yola çıktık, Cennet Cehennem Mağaralarına giden ara yolda sıra sıra onlarca kahvaltı bahçesinin olduğu bölgeye vardık. Hakikaten denize kuşbakışı bakan bir tepede, şahane bir manzara eşliğinde, çok güzel yerler. Ben Ankara mantığıyla ( üç kişiyiz ya!...) iki kahvaltı istedim. Sevgili okurlarım ne yaparsınız cahillikl zor zanaat. Meğerse birini bile bitirmemize imkan yokmuş.İki büyük sini ile bir semaver çay, bazlamalar, yufkalar, ne arasan var. Zaten oranın özelliği buymuş. Öyle esnaf lokantası gibi çalakaşık yenilip kalkılan bir yer değilmiş. Zaten masanın etrafındaki sedirlerden, minderlerden belliydi. Zevkle yayıldık.

                  En az yedi, sekiz çeşit reçel, yedi, sekiz çeşit peynir, yöreye özgü otlar, salatalar, hangisine uzanacağımızı şaşırdık. Çokta ucuz. Bir kahvaltı 12 tl yani 24 liraya akşama kadar, ye iç, gez, gez gel, denize gir ne istersen yap. Havada püfür püfür esiyor. Müthiş bir hoşluk.

                  Bir ara eşimle kızım beni masada bırakıp Cennet Cehennem Mağaralarına gittiler. Yalnız kalınca o sessizlikte anılara daldım.

                  Çocukken her yaz, bazende Şubat tatillerinde Uşak'a hacı dedemlere gezmeye giderdik. Bizler Ankara'dan gittiğimiz için hacı dedem ve hacı annem tarafından bayağı nazlandırılırdık. Sizlerede olurmu bilmem bazı anılar vardır, ben onlara üç boyutlu anılar diyorum. Gözünüzün önünde geçmişten bir sahne belirir. Bütün detaylar, renkler, sesler, kokular herşey birebir aynen adeta canlanır.Bu bana ender olur, ama olduğu zaman mükemmel bir olaydır. Tadına doyulmaz.

                 İşte benimde böyle unutamadığım anılardan biri Uşak'ta sabahları hacı dedemlerin evinde uyanışımızdır. Kış günü, sobalı ev.Yıllar öncesinin şartları. Çoluk, çocuk büyük, küçük hep beraber, bir arada yer yataklarında yatıyoruz. Çünkü odun sobasıda orda yanıyor. Yatak yorgan bol. Kalın yün yorganların altında rahatça yatıyoruz.
                 Hiç bir odun sobasının ilk yakıldığı andaki çıtırtıyı dinlediniz mi? Dünyada insanı bundan daha rahatlatan içini gevşeten bir ses duyamazsınız. Derken ellerinize ayaklarınıza vuran bir sıcaklık. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın hacı dedem sabah ezanında önce kalkar. Kahvaltımızı o hazırlar. Dünden kalan sobayı boşaltır, temizler, yeniden yakar. Çayı üstüne koyar. Bir süre sonra sobanın çıtırtılarına, demlenen çayın fokurdama sesleri karışır. Bunlara birde mis gibi çay kokusu eklenir. Yine sobanın üstünde kavurma pişirilir. Tüm bunlara hakiki küpe basılmış kavurmanında kokusu eklendimi kendinizi bir an cennette sanırsınız.

                  Rahmetli helvacı esnaf olduğundan felaket becerikliydi. Mesela mutfağa giriverir, misafirlerin haberi bile olmadan bir tepsi su böreğini yoğurur, açar, yapar, pişirir önlerine kordu. Gelen misafirlerin hayretler içinde kalışlarını bugün bile hatırlarım. Gelenler bu böreğin ya dışardan satın alındığını, yada dünden kaldığını sanırlardı. Bizler çocuğuz, kış günü uyku tatlı, kokular enfes. Ne yapacağımızı şaşırır kalırdık. Sonra ezan okunduğunda sanki bütün bunları yapan o değilmiş gibi kapıyı sessizce kapar, camiye giderdi. Bizde gözümüzü masal diyarından açmışcasına, hazır çay, hazır kahvaltı, sıcacık soba sanki dünyanın en doğal, en tabi durumuymuş gibi olayın mükemmelliğinden habersiz krallar gibi yer sofrasının başına geçerdik.
                  Rahmetlinin üç dönümlük kocaman bir bağı vardı. Sevgili okurların öyle bereketli bir toprak ve öyle bereketli bir bağdı ki biz yıllarca dışardan meyve,sebze almanın ne olduğundan habersizdik. O bağda bağdem ağaçları, antep fıstığı ağaçları bile vardı. Üzümleri hiç saymıyorum bile. Dedemin hayatta en büyük zevki, şimdiki tabirle hobisi üzüm yetiştirmekti. Türkiye'nin dört bir köşesinden özel üzüm çeşitlerinin çubuklarını alır, gelir diker. Tüm boş zamanları bağda geçer, üç dönüm toprağı tek başına çapalar, gübereler, ilaçlar, temizler, bu işleri yaparken ne yardımcı tutar ne de hiç birimizi bağa sokardı.
                  Dolayısı ile o sabah kahvaltıları şimdiki moda olmuş köy kahvaltılarına benzerdi. İkinci bir tepsinin içinde bademler, cevizler, vişneler, fıstıklar, üzümler, kayısılar neler neler olurdu. Dışarda istasyona müşteri taşıyan faytonların sesleri, atların arnavut taşı döşeli yola vuran nallarından çıkan müzik gibi ritmik şakırtılar, kampçı sesleri bazende karşımızdaki belediye parkında çalan Safiye Ayla şarkıları.
             
                  O mükemmelliğin, o muhteşemliğin farkında bile değildik. Çocuklar dünyanın en egoist yaratıklarıdır. Tüm bu hizmetler bizim için yapılırdı. Takdir edip müteşekkür kalmak gibi bir kavram yoktu bizlerde.
                  Birden zamanda atlama yapıp o güne döndüm. Yatağın içinde istemeye istemeye döndüm, uzun uzun sobanın çıtırtısını dinledim, çayı kokladım, kavurmanın dumanını uzun uzun içime çektim.
                  Sonra birden hacı annem yanındaki birine "babanda iyice ihtiyarladı yemeği yiyince oturduğu yere uyumuş kalmış " dedi. Sanki bu sözü benim için söyledi gibi geldi bana. " Ne diyorsun hacı anne " dedim. Ne ihtiyarlaması elini şefkatle başıma koydu, yanağıma doğru okşadı.
                  Birden uyandım. Karşımda Hatice ve Dilara sırıtarak bana bakıyorlardı. Hatice :

- Yani Hakan, bu yerde de uyudun ya, pes olsun hayatım
                  Bende onlarla gülümsedim. Ne diyeyim? Nasıl anlatabilirim ki? Ben onların hiç bulunmadıkları başka bir alemin çocuğuyum. Gittim, geldim.

-Haklısın hayatım. Kocadık mı ne?

                 Sonra kahvaltımızın kalanını yemeye başladık.

5 Temmuz 2012 Perşembe

ANKARA'NIN BAĞLARI DA...

              Diyalize bir süre Balgat'taki Frezenyus Yaşam Diyaliz Merkezi'nde girdim. Sabah saat ondan servis gelip alıyor, sonra tekrar kapımın önüne kadar geri getiriyordu. Bu haftada üç gün standart olarak yaptığımız rutin bir işti. Çok neşeli, gülen yüzlü, hem kabadayı hemde nazik Ankara'lı bir şöförümüz vardı. Daha servise biner binmez bir radyo istasyonunu açıp devamlı aynı kanalı dinliyor, bizede (mecburen) dinletiyordu. Kanalın özelliği sırf Ankara oyun havaları çalıyordu. Park FM denen bu kanalda o güne kadar hiç duymadığım oyun havaları, türküler, türkücüler birbiri ardına çalıp duruyordu. Dinleyici kitlesine dikkat ettim. Ankara'nın varoşları olduğu gibi bu kanalın takipçisiydi. Ben zaten her türlü oyun havasını severim. Baktım bizim servisin hastalarından da hiç itiraz yükselmiyor. Başladık yavaş yavaş bu tarzı dinlemeye ve dinledikçe de sevmeye. Ama sözler bir alem.Asla küfür yok. Sınırda bir argo, çok uzaktan da olsa cinsellik çağrışımları birde orta okul üçe hitap eden çok basit bir türkçe. Tabi ana tema sürekli Ankara övülüyor, Ankara'nın kızları, oğlanları, mahalleleri, havası, suyu, Ankara ile ne varsa bu türkülerin, oyun havalarının içinde geçiyor. Artık zaman içinde her halde Ankara ile ilgili söylenecek bir şey kalmadığından mıdır nedir; civar ilçelere taşınmış. Aynı şekilde o ilçelerin özellikleri insanları, doğası vs. ne varsa oyun havalarının içinde işleniyordu. Diyalizde tam dört saat, haftada üç gün yat, yat vakit geçmiyor. Bende cep telefonumu o kanala ayarladım. Kulaklık aldım. Takıyorum kulaklarıma dinle Allah dinle. Bir haftaya kalmadı bende oldukça geniş bir repertuar oluştu.

               Artık içlerinde favori türkücülerim, favori melodilerim falan oluştu. Ama beni asıl hasta eden spikerlerle dinleyiciler arasındaki istek belirleyen ve sohbetlerle süslenen diyaloglardı. Şimdi isimlerini vermek istemiyorum. Sabahtan öğleye kadar bi erkek dj, öğleden akşama kadar da bir bayan dj güya kendileride o alemin insanlarından biriymişler gibi, dikkatli dinleyince son derece yapmacık diyaloglarla yarı argo yarı kendilerine ait bir jargonla saatlerce konuşuyorlardı.

               Ama hitap ettikleri kitle o kadar cahildiki, o dj lerin asla kendilerinden olmadığının farkında değil ağbili, koçumlu, aslanımlı tamlamalarla kendilerine ait hayatlarında asla kullanmayacakları bir konuşma şekliyle radyoyu arayan varoş delikanlıları, kızlarıyla değişik bir sohbet içindeydiler. Ama bir süre sonra kanala hak vermeye başladım. Son derece doğal olarak belli bir kesimin ihtiyacına cevap veriyorlardı. O insanları yok sayamazsın onlar var, onların beğenileri, tercihleri, hayatları, dünyaya bakış açıları var. Eşimin evlenmeden önce oturduğu mahalle Ankara'nın Köstence Mah. olduğu için çok meydan düğünlerine gittim. Oaralar farkında değildim ama bu şarkıların, türkülerin, oyun havalarının hemen hemen tamamını zaten o düğünlerde dinlemiştim.

               Artık biraz bilinçlenince kanalın yaptığı yayın anlayışını kabul etmeye ve zaman içinde de saygı duymaya başladım. Neyse diyaliz merkezini bir süre sonra bırakıp başka bir sağlık merkezine geçtim. Tabi servisten ve neşeli şöförümüzden ayrıldım. Zaman içinde kanalı unuttum. Kendi dertlerim, kendi sorunlarım, gündelik hayatımı doldurdu. Ama o insanların dj'lere sevgi ve saygı dolu seslenişleri hep kulaklarımda.

               Geçenlerde sıkıntılı bir anımda o kanaldaki oyun havalarından birini mırıldanırken yakaladım kendimi;

              -"Ankara'nın bağları da...
                 Büklüm büklüm yolları
                 Ne zaman serhoş oldunda
                 Galdıramıyon golları..."



                

Yayınlanan Yazıları Nasıl Buluyorsunuz?