6 Temmuz 2012 Cuma

KÖY KAHVALTISI



                  Geçen yaz bir aylığına Silifkeye Diyaliz turizmine gitmiştik. Bilenler bilir son zamanlarda diyaliz hastalarınında gezebilmeliri için bulunan bşr yöntem bu. Kabul etmek gerekir devlet bizlere diğer imkanların yanında bunuda vermiş, sağolsun.

                   Neyse!...
                 Silifkeye gittik. Oğlum artık on sekiz yaşına girdiğinden bağımsız takılmayı seviyor.Eşim ve kızımla beraber saatte 60 km'lik bir hızla ( Bununda nedeni eşime ehliyet aldırıp araba işlerini onun sırtına yıktım, oda hızdan nefret eder) sekiz, dokuz saatte Ankara'dan Silifke'ye gittik. İlk bir hafta bütün hırsımızla denize saldırdık. Bir süre sonra yavaş yavaş değişik faaliyetler aramaya başladığımızdan otelin hem müdürü, hem aşçısı, hem eğlence direktörü Ercan bey bize kız kalesi beldesindeki kahvaltı salonlarına gitmemizi önerdi. Eşimde değişik yöre yiyeceklerini çok sever; baktık tam bize göre birşey, bir gün sabahtan yola çıktık, Cennet Cehennem Mağaralarına giden ara yolda sıra sıra onlarca kahvaltı bahçesinin olduğu bölgeye vardık. Hakikaten denize kuşbakışı bakan bir tepede, şahane bir manzara eşliğinde, çok güzel yerler. Ben Ankara mantığıyla ( üç kişiyiz ya!...) iki kahvaltı istedim. Sevgili okurlarım ne yaparsınız cahillikl zor zanaat. Meğerse birini bile bitirmemize imkan yokmuş.İki büyük sini ile bir semaver çay, bazlamalar, yufkalar, ne arasan var. Zaten oranın özelliği buymuş. Öyle esnaf lokantası gibi çalakaşık yenilip kalkılan bir yer değilmiş. Zaten masanın etrafındaki sedirlerden, minderlerden belliydi. Zevkle yayıldık.

                  En az yedi, sekiz çeşit reçel, yedi, sekiz çeşit peynir, yöreye özgü otlar, salatalar, hangisine uzanacağımızı şaşırdık. Çokta ucuz. Bir kahvaltı 12 tl yani 24 liraya akşama kadar, ye iç, gez, gez gel, denize gir ne istersen yap. Havada püfür püfür esiyor. Müthiş bir hoşluk.

                  Bir ara eşimle kızım beni masada bırakıp Cennet Cehennem Mağaralarına gittiler. Yalnız kalınca o sessizlikte anılara daldım.

                  Çocukken her yaz, bazende Şubat tatillerinde Uşak'a hacı dedemlere gezmeye giderdik. Bizler Ankara'dan gittiğimiz için hacı dedem ve hacı annem tarafından bayağı nazlandırılırdık. Sizlerede olurmu bilmem bazı anılar vardır, ben onlara üç boyutlu anılar diyorum. Gözünüzün önünde geçmişten bir sahne belirir. Bütün detaylar, renkler, sesler, kokular herşey birebir aynen adeta canlanır.Bu bana ender olur, ama olduğu zaman mükemmel bir olaydır. Tadına doyulmaz.

                 İşte benimde böyle unutamadığım anılardan biri Uşak'ta sabahları hacı dedemlerin evinde uyanışımızdır. Kış günü, sobalı ev.Yıllar öncesinin şartları. Çoluk, çocuk büyük, küçük hep beraber, bir arada yer yataklarında yatıyoruz. Çünkü odun sobasıda orda yanıyor. Yatak yorgan bol. Kalın yün yorganların altında rahatça yatıyoruz.
                 Hiç bir odun sobasının ilk yakıldığı andaki çıtırtıyı dinlediniz mi? Dünyada insanı bundan daha rahatlatan içini gevşeten bir ses duyamazsınız. Derken ellerinize ayaklarınıza vuran bir sıcaklık. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın hacı dedem sabah ezanında önce kalkar. Kahvaltımızı o hazırlar. Dünden kalan sobayı boşaltır, temizler, yeniden yakar. Çayı üstüne koyar. Bir süre sonra sobanın çıtırtılarına, demlenen çayın fokurdama sesleri karışır. Bunlara birde mis gibi çay kokusu eklenir. Yine sobanın üstünde kavurma pişirilir. Tüm bunlara hakiki küpe basılmış kavurmanında kokusu eklendimi kendinizi bir an cennette sanırsınız.

                  Rahmetli helvacı esnaf olduğundan felaket becerikliydi. Mesela mutfağa giriverir, misafirlerin haberi bile olmadan bir tepsi su böreğini yoğurur, açar, yapar, pişirir önlerine kordu. Gelen misafirlerin hayretler içinde kalışlarını bugün bile hatırlarım. Gelenler bu böreğin ya dışardan satın alındığını, yada dünden kaldığını sanırlardı. Bizler çocuğuz, kış günü uyku tatlı, kokular enfes. Ne yapacağımızı şaşırır kalırdık. Sonra ezan okunduğunda sanki bütün bunları yapan o değilmiş gibi kapıyı sessizce kapar, camiye giderdi. Bizde gözümüzü masal diyarından açmışcasına, hazır çay, hazır kahvaltı, sıcacık soba sanki dünyanın en doğal, en tabi durumuymuş gibi olayın mükemmelliğinden habersiz krallar gibi yer sofrasının başına geçerdik.
                  Rahmetlinin üç dönümlük kocaman bir bağı vardı. Sevgili okurların öyle bereketli bir toprak ve öyle bereketli bir bağdı ki biz yıllarca dışardan meyve,sebze almanın ne olduğundan habersizdik. O bağda bağdem ağaçları, antep fıstığı ağaçları bile vardı. Üzümleri hiç saymıyorum bile. Dedemin hayatta en büyük zevki, şimdiki tabirle hobisi üzüm yetiştirmekti. Türkiye'nin dört bir köşesinden özel üzüm çeşitlerinin çubuklarını alır, gelir diker. Tüm boş zamanları bağda geçer, üç dönüm toprağı tek başına çapalar, gübereler, ilaçlar, temizler, bu işleri yaparken ne yardımcı tutar ne de hiç birimizi bağa sokardı.
                  Dolayısı ile o sabah kahvaltıları şimdiki moda olmuş köy kahvaltılarına benzerdi. İkinci bir tepsinin içinde bademler, cevizler, vişneler, fıstıklar, üzümler, kayısılar neler neler olurdu. Dışarda istasyona müşteri taşıyan faytonların sesleri, atların arnavut taşı döşeli yola vuran nallarından çıkan müzik gibi ritmik şakırtılar, kampçı sesleri bazende karşımızdaki belediye parkında çalan Safiye Ayla şarkıları.
             
                  O mükemmelliğin, o muhteşemliğin farkında bile değildik. Çocuklar dünyanın en egoist yaratıklarıdır. Tüm bu hizmetler bizim için yapılırdı. Takdir edip müteşekkür kalmak gibi bir kavram yoktu bizlerde.
                  Birden zamanda atlama yapıp o güne döndüm. Yatağın içinde istemeye istemeye döndüm, uzun uzun sobanın çıtırtısını dinledim, çayı kokladım, kavurmanın dumanını uzun uzun içime çektim.
                  Sonra birden hacı annem yanındaki birine "babanda iyice ihtiyarladı yemeği yiyince oturduğu yere uyumuş kalmış " dedi. Sanki bu sözü benim için söyledi gibi geldi bana. " Ne diyorsun hacı anne " dedim. Ne ihtiyarlaması elini şefkatle başıma koydu, yanağıma doğru okşadı.
                  Birden uyandım. Karşımda Hatice ve Dilara sırıtarak bana bakıyorlardı. Hatice :

- Yani Hakan, bu yerde de uyudun ya, pes olsun hayatım
                  Bende onlarla gülümsedim. Ne diyeyim? Nasıl anlatabilirim ki? Ben onların hiç bulunmadıkları başka bir alemin çocuğuyum. Gittim, geldim.

-Haklısın hayatım. Kocadık mı ne?

                 Sonra kahvaltımızın kalanını yemeye başladık.

1 yorum:

  1. Herkeze ilgisinden dolayı çok teşekkür ediyorum. Elimden geldiğince mesajlarınıza cevap veriyorum. Yayınlarım devam edecek. İyi Okumalar dilerim...

    YanıtlaSil

Yayınlanan Yazıları Nasıl Buluyorsunuz?